Sayfalar

HAYATIN ANLAMI

Hayalet (fantom) uzuv vakaları, uzuv kesilmesi (ampütasyon) sonrası oldukça yaygındır. Türlü nedenlerle el/ayak/bacak gibi uzuvlar kesildikten sonra, insanlar “olmayan” ellerini/ayaklarını/bacaklarını hissederler. Bu his genellikle ağrı şeklindedir. Bazılarında kaşıntı şeklinde olabildiği gibi çok çeşitli şekillerde ortaya çıkabilir. Burada ilginç olan nokta ise şu: İnsanlar “olmayan” ayaklarını “var” hissediyorlar ve hatta bu “olmayan” ayağın ağrıdığını “gerçekten” hissediyorlar, “olmayan” ayağın ağrısından ciddi ciddi rahatsız oluyorlar.

“Olmayan” bir ayağın ağrısı sağduyumuza (sağduyumuzun bizi hayatta tutmak için oluşmuş basit bir araç olduğunu bir yazıda detaylıca anlatmıştım: Kötülük var mı ki sorunu olsun?) her ne kadar aykırı olsa da tıbbî literatüre biraz göz attığınızda, bunun şüphe götürmez şekilde var olabildiğini fark edersiniz. 

Bu gerçek bende, sağ bacağı dizinin hemen altından kesilen Metin B.’yi ameliyatından sonraki bir hafta boyunca takip etmemle çok daha iyi yer etti. Çünkü ayağın kesilmesinin ertesi gününde kendisine “olmayan” ayağının ağrıyıp ağrımadığı gibi “saçma” sorumu heyecanla “evet, ağrıyor, nereden bildiniz” diyerek yanıtlamış, üstüne üstlük “başparmağımın arası çok kaşınıyor” demiş ve bu kaşıntıyı, ayağını sanki varmış gibi düşünüp “olmayan” başparmağının hemen bitişiğindeki “olmayan” parmak arasını kaşır gibi yapmak suretiyle bir nebze de olsa geçirdiğini söylemişti. 

VAHYİN MAHİYETİ VE DMT

Vahiy, hakkında kimsenin pek bir şey bilmediği özel bir kavram. Hz. Peygamber ile Allah arasındaki öznel ilişki sonucu oluşan ve kendini bizim algımıza göre daha çok Kur’an olarak tezahür ettiren gaybî bir konunun öznesi. Bütün bunları neden en başta söyleme ihtiyacı duydum? Çünkü bordo takkeli tekfir timleri gelip imanımın kalibresini tespit ederek beni cehenneme yollamadan önce belki bu sayede onları “hakkında kimsenin pek bir şey bilmediği bir konuyla ilgili samimi ve iyi niyetli şekilde yorum yapmak insanı dinden çıkarmaz” gibi bir düşünceye sevk eder, biz müminler arasında bir düşmanlık cephesinin daha ortaya çıkmasına engel olurum.
 
Önce genel vahiy telakkisi hakkında iki çift kelam edelim. Bu telakki sorunlu. Neden sorunlu? Çünkü Allah’ı haşa bir beşer gibi ağzı olan ve bu sayede konuşan bir varlık derekesine indiriyor. Oysa Allah bu tür acizliklerden münezzehtir. Yani Kur’an’daki sözleri “fonetik olarak Allah telaffuz etti” demek Allah’ı insanlaştırmaktır, kaçınılması gerekir. Oysa benim bu yazıda ortaya koyacağım vahiy telakkisinde bu sorun bertaraf oluyor.

KÖTÜLÜK VAR MI Kİ SORUNU OLSUN?


İki mide tümörü örneği. (Verdiğim rahatsızlıktan dolayı özür dilerim)
Üstteki iki fotoğrafa bakın. Ne görüyorsunuz? Durun ben söyleyeyim; biri çok kötü görünüyor, diğeri nispeten iyi. Hatta durun, hangisine daha kötü dediğinizi de söyleyeyim: Sağdakine “kötü” dediniz. Nasıl tahmin ama? “Çok da zor değil bunu tahmin etmek” dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız, alıştığımız şeyleri sıradanlaştırma konusunda ustayız. Oysa her gün yanından usulca geçip gittiğimiz şeylerde büyük anlamlar var. Mesela fotoğrafa baktıktan sonra sizin “kötü” dediğinizin kötü huylu (malign) yani çok daha öldürücü bir tümöre; “nispeten iyi” dediğiniz olgunun ise iyi huylu (benign) yani daha az zararlı bir tümöre sahip olması gerçeği…

Sahi, tıp eğitimi almadan “iyi huylu tümör - kötü huylu tümör” ayrımını nasıl yapabildiniz? İlginç değil mi?

***

İnsanlık, nispeten karmaşık düşünme yetisine sahip olduğundan beri hep düşündü, taşındı. Filozoflar hep o soruya cevap aradı çünkü her şeyin temelinde neye iyi, neye kötü diyeceğimiz vardı. Hatta bu konu Tanrı düşüncesiyle de alakalıydı. Teodise, yani kötülük sorunu (Problem of Evil)… Mutlak iyi olan Tanrı’yla, sağduyumuzla apaçık hissettiğimiz kötülüğün bir arada olması nasıl bağdaşırdı? Korkmayın, hiçbir şeyi bağdaştırma çabası içinde olmayacağım, sadece tespit yapacağım. Bunu yaparken iyi ve kötünün “ne olduğu”nu değil, “ne olmadığı”nı söylemeye çalışacağım. Tek endişem ise tutarlı olmak olacak. Neden tutarlılık endişesi içinde olduğumu ise sormayın, temellendiremem. Zaten bu yazı bir şeyleri temellendirme işindeki sıkıntıyı anlatacak.

OLUYOR OLMAKTA OLAN

Çok çok çok hatta çoooook çok eski devirlerde henüz insan olmayan insan gözlerini dünyaya açtı. Etrafına baktı, bir çift göz gördü. “Ne lan bu?” diyemedi tabii, henüz konuşma icat edilmemişti. Ama o anlamdaki anlamı düşündü, içinden “olayı anlamlandıramama anlamı” geçti. Geçmesiyle birlikte o bir çift göz üzerine saldırdı. Adam “ne oluyor lan” bile diyemeden aslanın midesine yollanmıştı bile.

Bu hep böyle devam etti. Henüz insan olmayan insanlar aslanları görüyor, “ne lan bu” dahi diyemeden yitip gidiyordu. Ancak zamanla öğrendi böyle bir çift göz görünce kaçması gerektiğini. Ataların hoş olmayan tecrübeleri sözel bir aktarım olmadan, torunların pek de “boş levha” olmayan zihinlerinde birikiyordu çünkü zamanla, Locke affetsin.

Aslanı görüp “ne lan bu” diyen, bir sonraki aşamada ise buna “yaşamak için kaç”ı ekleyen insan her işin başında, her gördüğü şeye “ne lan bu” demeyi alışkanlık haline getirdi. Çünkü gayet işlevseldi, diyemeyen ve de kaçamayan ölüyordu. Yeni doğan ve tertemiz zihne sahip olduğu düşünülen her yavrudaki o boş olmayan levhada hep “bir şey görürsen anlamlandırmaya çalış, eğer gördüğün bir çift gözse ve sarı tüylü bir şeyse o gözlerin sahibi, hiç durma kaç” yazıyordu. Kendisi bütün bunları o levhada (bazıları buna genetik diyor) öyle yazdığı için yapıyordu aslında, farkında değildi. Sonraki nesiller bir de isim icat ettiler farkında olamayışları nedeniyle, “özgür irade” diyerek zırvaladılar.

Ah şu sonraki nesiller; bilmeyip de bilmek, her şeyi tanımlayıp bir daire içine sokmaya çalışmak, sınıflandırmak, etiketlemek, eldeki biri toplamak çıkarmak bölmek çarpmak gibi kibirli işler hep onların eseriydi. Adeta “bütün varlığı/yokluğu zihnimle kapsarım ben” diyerek göğüslerini kabarttılar hep.  Şu yazıyı yazan gibi hep her şeyi kavramaya çalışırlar ama dönüp durana, olmakta olana had çizmenin imkânatına dair inançları olmasa bu hadsizlikte bulunmazlardı ya, neyse…

GERİZEKALI



“Kana kırmızı rengini veren nedir?” sorusuna “vişne suyu” cevabını veren gerizekâlıyı gördünüz mü? Üstteki bir dakikalık videoyu izleyin.

Evet, gerçek, gözlerinizle gördünüz! Böyle gerizekâlılar mevcut. Hem de çok fazlalar. “Kana kırmızı rengini vişne suyu verir” de ne demek yahu! Bir insan bu kadar gerizekâlı olabilir mi? Bu gerizekâlı “vişne suyu” da diyemiyor, “fişne suyu” diyor. Ahhahaahhaaa, seni gidi gerizekâlı. Yıl olmuş 2015, bunun dediklerine bak. İçeriği geçtim, daha Türkçe konuşmayı öğrenememiş gerizekâlı. İşte tam da bunların yüzünden geri kalıyoruz, bu gibi gerizekâlıların yaşadığı bir ülke ne kadar gelişebilir ki… Kana kırmızı rengini “fişne suyu” verirmiş! Tam bir gerizekâlı.
 
Değil mi ama? Siz söyleyin.
***
Her zaman “kibirli olma, kibir kötüdür” derler. Herkes de bu uyarıyı kabul eder. Ancak kibrin neden kötü olduğunu kimse açıklamaz. Bu yüzdendir ki “kibir kötüdür” diyenler bile kibirden pek kaçınamaz. Çünkü insan düşünür, “ben zekiyim, bu adam gerizekâlı; o zaman ben ondan üstünüm”. Üstünsem üstünlüğüm bilinmeli, hak yerine gelmeli. Bunda ne sıkıntı var ki?

müracaat



deseydin zincirle kendini mağaralara, yapardım
ki atmayaydın beni can pazarlarına
kes, kopar deseydin şu boynu kökünden, yine yapardım
matadorun kılıcı umrumda mı ya rabbi, vursun, ne çıkar
ben boynuzlarımdan korkuyorum, hoş, boynuzu da sen verdin
katletmekten korkuyorum, örtmekten
nefsime zulmetmekten korkuyorum
ama ne istiyorsun benden, bilmiyorum

bir tutam kesinlik peşinde koştum yıllardır
atla şu uçurumdan kurtulasın, de diye bekledim
belki de biliyordun, desen, atlamayacaktım
ondandır ki üfledin şu hayvana, uçurumdan aşağı
sonra ne olduysa, ki bir hikmeti vardır
ırmak kenarı yeşil bahçelerden, bu hengameye indim

nedir anlamı bu hengamenin ya rabbi, neredeyim ben
kuzu neden meler, kurt neden hain bakış atar
şu müsabaka
şu göze müşevveş meydan yeri neden var?
can-ü baş senin yolunda, tamam, feda olsun
gerçi feda edilen de senin, onu da sen verdin
ama kendimi nerelere atayım ya rabbi
nereye başvurayım da mühletim dolsun

inanmak istedim sana, bazen inandım da, bazen sandım inandım
bazen inanmadım sandım, bilmedim inanmışım
o seni şöyle tarif etti, bu böyle ediyor, başkası başka
bilmiyorum hangisisin, hepsi mi yoksa hiçbiri mi
toz duman arasında ben, neye inanacağımı şaşırdım



belki gecenin birinde şu başa bela korteksimi yakıp
içimdeki hayvana kelime- i şehadet getirtebilirim